...........

MAİLTÜRK

Düştüğümüz hata nedir?

Düştüğümüz hata nedir?


Kaynak: Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, Yayına hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık
Said Halim Paşa’nın kaleminden

Düştüğümüz hata nedir?
Düştüğümüz meş’um hata şudur: Biz, memleketimizin mesut olması için, Avrupa kanunlarını tercüme edip almanın kâfi geleceğini zannettik. Ve bu kanunların bizde kabul ve tatbik olunabilmesi için, onlarda yapılacak bir kaç değişikliğin yeteceğini hayal ettik.
Mesela: Adalet sistemimizi ıslah etmek için Fransız adalet sistemini esas aldık. Halbuki Fransız cemiyeti, bizimkine asla benzemeyen, ruh hali, adetleri ve gelenekleri, irfanı ve medeniyet seviyesi ile bizden pek farklı olan, ihtiyaçları ise çok ve çeşitli bulunan bir toplumdu.
Anlamadan taklit!
Bütün felaketlerimizin kaynağı olan şu zararlı kanaat, acaba bize nereden geldi?
Fikrimizce bütün fenalıkları doğuran: Batı medeniyetini anlamadan taklit edişimizdir. Bu uğursuz inanç yüzünden meydana gelen fenalıkları saymak uzun sürer. Yalnız şunu söylemek yeter ki: Bu inanç, bizim kendi kendimizi ıslaha olan itimadımızı tükettiği gibi, aynı şekilde, başkalarının bize karşı olan itimat ve hürmetini de yok etmektedir.
Osmanlı şahsiyetine düşman olduk
Batıya hayranlığımızın tesiri ile giriştiğimiz sosyal faaliyetlerimizi tetkik edecek olursak, bunların da tenkit olunacak birçok tarafları bulunduğunu kolayca görürüz.
Siyasî müesseselerde olduğu gibi, içtimaî faaliyetlerimizde de hayranlık hastalığına tutulduk. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirine karıştıran yeni zihniyet yüzünden, ahlak anlayışımız da garip bir sarsıntıya uğradı. Bu sebeple biz, edep ve ahlakımıza, geleneklerimize ve pek selîm, pek afîf ve pek insaflı olan “Osmanlı şahsiyeti”mize karşı, düşmanlığımızı ilan ettik.
Zaten oldukça çeşitli cinslerden meydana gelmiş olan Osmanlı cemiyeti, kendine has mâhiyetini de gitgide kaybederek tam bir çökme tehlikesine doğru sürükleniyor.
Her değişiklik, iyilik işareti değildir
Osmanlı cemiyetini garplılaştırmak heves ve arzusu ile cemiyetçilerimizden bir kısmı nihilist olmuşlardır. Herhangi bir şey meydana getirmekten aciz, hatta her çeşit koruma hissinden mahrum ve her şeyi yıkmaya hazır, yıkıcı, tahripçi kimseler haline gelmişlerdir. Çünkü “ıslâh” hissi, “koruma, muhâfaza etme” duygusu ile beraber bulunur.
Bir milletin örf, âdet ve geleneklerini değiştirmeye kalkışmak, bu örf ve âdetlerin gelişmesine ve geleneklerin teşekkül edip yerleşmesine hükmeden temel içtimaî kanunların bilinmediğine bir delildir.
Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, pek acaip bir vehmin ve gafletin eseridir.
Taklit, anarşiye götürür
Bir memleketin müesseseleri ihracat maddesi olmadığı gibi, bunları ithal etmek de utanç verici bir iştir. Böyle bir şeyi tavsiye edenler, bir milletin müesseselerinin ne demek olduğunu idrâkten ve kendi memleketlerine karşı vazifelerinin neden ibaret olduğunu anlamaktan aciz olduklarını ispat etmiş olurlar. Böyle bir hareket, kendi imkan ve gayretlerimizle meseleleri halletmekten ve gayemize varmaktan aciz olduğumuzu da gösterir ki, ayrıca zillete sebep olur.
Bu gidişin sonu, ancak, elem verici bir sosyal kargaşa ve bir siyâsî anarşi olacaktır. Taklitçilik ederek, bundan başka bir sonuç alamayacağımızdan hiç şüphemiz olmasın.
Din bizi kurtarıyordu
Mâziye, ananeye, ahlak ve teâmüllere gösterilecek olan saygı, temel sosyal vazifelerimizdendir. Bu gibi bağlardan ayrılan bir cemiyetin, içtimaî bağlardan da kopacağına ve ilkel insan topluluğu haline döneceğine inanmalıyız. Gaye birliğini temin edecek olan müşterek ahlak ve inancı, dinî hasletlerin doğurduğunu, bu sebeple dine hürmet ve bağlılık göstererek, hükümlerini yerine getirmenin de en mühim sosyal vazifelerimizden olduğunu bilmeliyiz.
Sosyal vazifelerimiz, dinimizin esasında mevcuttur. Bu sebeple, dini vazifelerimizi vicdanımızın arzusu ile yerine getirirken, farkında olmadan içtimaî vazifelerikizi de îfa etmekte idik.
Fakat selâmet ve kurtuluşu maddiyatta arayarak dini ve maneviyatı ihmal etmeye başladığımızdan beri, bu imkanı kaybettik. Varlığından bile habersiz olduğumuz sosyal vazifeler de öylece yapılmadan kaldı.
İşte Osmanlı cemiyetine tahrip edici son darbeyi vuran bu maddecilik fikri olduğu gibi, gariptir ki, 1300 seneden beri İslam memleketlerinden ilk olarak bizde, bu fikir zuhûr etmiştir.
Bizde maddeciliğin çıkışı
İlim ve fennin son buluşlarının bize meçhul kalması, millî gelişmemizi durdurmuş ve bizi Batılı milletlere nisbetle geri bir duruma indirmiştir.
Bu hale alimlerimiz ve ileri gelenlerimiz sebep olduğuna göre, onların suçlanması lazımdı. Fakat öyle olmadı. Bütün hayatımız ve ahlâkımız, dinimizin eseri olduğu için, bu hale düşmemizin suçlusu olarak da dinimiz gösterildi.
İslâm dininin parlak bir medeniyetle insanlığı yükselttiği, Osmanlı Devleti’ni emsalsiz bir ihtişamla kurduğu, zamanımızda hayranlık duyulan Batı medeniyetine bile herkesin bildiği yardımlarda bulunduğu gerçeği unutuldu. Bu yanlış zanna düşenler, İslâmiyet’in ilerlemeye engel olduğuna hükmettiler.
İçtimaî geriliğimiz sebebiyle, memleketin başına gelen felaketler, birtakım inkilapçıların çıkmasına sebep oldu. Bunlar da, millî kurtuluş ve selâmetimizin temini Batı ilerlemesinin esas kaynağı sandıkları maddeciliği ve dinsizliği, milletimize tatbik etmekte aradılar. Böylece, ıslâhat namına yapılan bütün icraatlar, az çok din aleytarı bir mahiyet almaya başladı.
İşte memleketimizin hali, bu yeni zihniyetin eseridir. Maddeci ve dinsiz inkilaplar sonunda alt üst olan ve anarşiye sürüklenen sosyal durumumuz, İslam ülkelerinde dinin, gayri müslim memleketlerle kıyas kabul etmeyecek derecede fevkalâde bir önemi olduğunu kesin şekilde gösterdi.
Herkes önce kendini düzeltsin
Vatanımızın bulunduğu kötü durumdan, en büyükten en küçüğe kadar herkese, mevki ve önemine göre bir mesuliyet payı düşmektedir. Vatanın başına gelen felaketler, vatan evlatlarının ahlakî noksanlığı sebebiyledir. Bu noksanlık, anavatana karşı olan vazifelerin yerine getirilmesini önlemektedir.
Kısacası, her ferdin, mevcut kötülüklerden kendi hissesi kadar mesul olduğunu ve bu kötü durumun, ancak kendini düzeltmeye çalışması ile ortadan kalkabileceğini kabul ve itiraf etmesi lazımdır. Bunun gerçekleştiği gün, kurtuluş yoluna doğru büyük bir adım atılmış olacaktır.
Geri kalışımıza sebep, dine uymamız değil, uymamamızdır
İslâm’ın geçmiş asırlardaki azametini kuvvetten düşüren çeşiti sebepleri, ortaya döküp saymaya bugün imkanımız yoktur. Fakat bu gerilemenin günümüzdeki sebeplerini araştırıp tedkik edebiliriz. Mesele bu şekilde ortaya konunca, şimdiki geriliğimizin, dinimizin emirlerine lüzumu kadar önemle bağlı bulunmayışımızdan ileri geldiği görülüyor. Bu fikir, İslam âleminin en selâhiyetli şahsiyetleri tarafından tasdik olunmaktadır.
Zaten dinimiz aleyhinde ilim, fen ve yeni fikirler adına yapılan ithamlar, vaktiyle yapılanlardan daha insaflı veya daha ciddi değildir. Dinimize gösterdiğimiz bağlılıktan dolayı bizleri taassupla itham etmeleri bu kabildendir. Herhalde bu gibi yalan ve aldatmalar, iki dünya arasındaki husumeti ve itimatsızlığı devam ettirmekten başka bir işe yaramaz.
Bizim Batı’ya düşmanlığımız, meşrû müdafaa içindir
Görüyoruz ki, medeniyetin beşiği sayılan Batı, yanlış ve esassız kanaatlere dayanarak verdiği hükümlerin tabiî neticesi olarak, İslâm âlemine karşı kin ve düşmanlık beslemektedir. Biz de Batılılara karşı elbette emniyetsizlik ve nefret besliyoruz. Bizim bu halimizi onlar ‘taassup ve irtica’ya veriyorlar. Oysa bu, meşrû müdafaadan başka bir şey değildir.
Batılı komşularımızın bizde gördükleri ve bize de an latıp durdukları câhilâne taassup, eğer hakikaten  mevcutsa, bu halde onların değil, bizim şikayetçi olmamız lazım gelir. Çünkü bu cehaletimizden onlar istifade ediyor, bizler zarar görüyoruz.
Avrupalıların, Doğu şahsiyetinin en güzel hareket ve tezahürleri karşısında “Taassup!” diye en yüksek sesle şikayet etmekte olduklarını uzun ve acı tecrübelerden sonra öğrendik. Bu mevhum “taassup”un şiddetini, kendi bencil menfaatlerine karşı gösterilen mukavemetin derecesiyle ölçtüklerini de nihayet anladık.
“Taassubumuz” hakkında Avrupalıların bu kadar açıkça göstermekten çekinmediği nefret hissinin sebebi ne olabilir? Bu hissin sosyal kanunlarımızdaki noksanlardan veya dinimizin manasızlığından doğduğuna inanacağımız devir çoktan geçmiştir!
Batılıların bize olan düşmanlığının gerçek sebebi
İftira etmediğimizden emin olarak iddia edebiliriz ki: Haçlıların bunca zahmetlerini boşa çıkarmış, hıristiyanlığın yayılmasına daima set çekmiş olan “İslamî şahsiyet”i ortadan kaldırmamış olmaktan doğan derin öfkesi ve nefreti, Batı’nın Doğu’ya olan düşmanlığının gerçek sebebidir. Avrupalıları telaşa düşürüp bizlere karşı şiddete ve yolsuz hareketlere mecbur eden sebep, tevekkül ve dayanışma gibi kuvvetli vasıflara sahip olan bu manevî şahsiyet hakkında besledikleri tükenmez kinleridir.         
Said Halim Paşa
İslam ümmetinin en büyük fikir adamlarından biri olan Said Halim Paşa, 5 Aralık 1921 Salı günü, İtalya’nın Roma şehrinde, evinin önüne geldiği sırada bir Ermeni katil tarafından şehid edilir. Said Paşa’nın en büyük vasfı, “düşünen kafa” olmasıdır. Yine, Edirne’nin geri alınmasında, onun merdane tavrı belirleyici rol oynamıştır.
Said Halim Paşa, İngilizlerin İstanbul’u işgali ile birlikte tutuklanır ve Malta’ya gönderilir. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, 29 Nisan 1921’de serbest bırakılır. Paşa’nın amacı İstanbul’a geri dönmektir.
Said Halim Paşa’yı şehit eden her ne kadar bir Ermeni ise de, bu cinayetin arkasında İngiliz parmağı olduğu tahmin edilmektedir.
Çünkü... Yeni kurulmakta bulunan Türk devletinin tamamen batıcı fikirlerle tesis olunması için, İngilizler tarafından büyük gayretlerin gösterildiği, kadroların hazırlandığı ve oyunların kurulduğu bir sırada; Said Halim Paşa gibi devlet tecrübesi olan ve saygı duyulan bir İslamcı mütefekkirin, İstanbul ve hele Ankara’ya gitmesi, son derece mahzurlu görülmüş olmalıdır. Said Halim Paşa’nın Malta’da iken kaleme aldığı ve Roma’ya yerleşir yerleşmez Fransızca olarak yayınlattığı son eseri, Paşa’nın bu husustaki niyetini ve göstereceği faaliyeti açık olarak anlatmış bulunuyordu. Kendisinin, yeni kurulmakta olan Türk devletinin, tam bir İslam devleti olması için elinden geleni yapacağı, gerek fikrî ve maddî kudreti ve gerek Millî Mücadele’nin esasını teşkil eden eski İttihatçı kadrolar üzerindeki nüfuzu sayesinde, bunda büyük bir başarı da gösterebileceği tahmin olunabilirdi. İngilizlerin ve yandaşı olan kadroların, Said Halim Paşa’yı, İttihatçılarla birlikte İslamcı aydınları ve din adamlarını da etrafına toplayabileceği endişesiyle, kendileri için büyük bir tehlike olarak görmüş bulunmaları, gerçeğe çok yakın bir ihtimal olarak düşünülmelidir.                                     
Okumuş olduğunuz bu yazı, Said Halim Paşa’nın Taassup (1910), Taklitçiliğimiz (1911) ve Cemiyet Buhranımız (1916) isimli kitapları özetlenerek oluşturulmuştur.
 
Bugün 38 ziyaretçi (48 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol