Musulu nasil kaybettik
MUSUL'U NASIL KAYBETTİK?Şimdilerde gündemin önemli bir bölümünü işgal eder Musul. Kimilerine göre 'girip tekrar almalıyız biizm olanı', kimileri ise 'maceradır' bunlar. Peki yüzyılın başında Musul'u nasıl kaybettik? İşte gerçekler
Sert geçen müzakereler sonunda Lozan’daki Türk heyeti bir barış projesi teklif etmişti. Bu projeye göre, görüşmelerde tıkanan Irak sınırı meselesi, Türkiye ile İngiltere arasında antlaşmanın yürürlüğe konulmasından itibaren 12 ay zarfında razı olan taraflar tarafından tayin edilecek, anlaşmazlık halinde Birleşmiş Milletler’e (o zamanki adıyla Cemiyet-i Akvâm’a) götürülecektir. “Irak sınırı”ndan Musul’un kastedildiği açıktır.
Derler ki, Musul, Arapça “mavsıl” kelimesinden gelir. Kavşak anlamındadır. Gerçekten de İran’a, Kafkaslar’a, Basra Körfezi’ne, Medine’ye, Kudüs’e, Anadolu ve İstanbul’a giden ticaret yolları Musul’da düğümlenir ve açılırdı. Nitekim müzakereler sırasında İngiliz heyetinin başındaki Lord Curzon, Musul’u Basra Körfezi’nin uzantısı sayarken, İsmet Paşa Anadolu’nun tabii bir parçası olarak takdim etmişti ve her iki taraf da Musul’un kendilerine ait olduğunu onun coğrafî konumunu esas alarak savunmuştu.
İsmet Paşa, teklif ettiği projenin ardından Ankara’ya dönünce Meclis’te fena halde köşeye sıkıştırılacaktır. Projenin gizlice verildiği iddia edilecek ve Meclis’te açıkça okunması istenecek, ancak nedense okunmayacaktır. Okunmayınca Misak-ı Millî’nin çiğnendiği, hatta çöpe atıldığı haykırışları duvarlarda yankılanacaktır. İşte 27 Şubat 1923 tarihli gizli oturumdan bazı cümleler:
Operatör Emin Bey: Efendiler, yalnız Musul ile kalmaz, Musul’u verdiğimiz gün hudut Erzurum’dur.
Mustafa Durak Bey: Musul’un bir sene sonraya taliki [bırakılması] demek... Musul’u kaybetmek demektir. Musul’u kaybettikten sonra senin Şark’ta bir yerin kalmamıştır.
Sırrı Bey: Misak-ı Millî çiğnendi, heba oldu, iptal edildi. Battal edildi.
Necmettin Bey: [Musul’u] Cemiyet-i Akvâm’a vermek, İngilizlere vermek demektir.
Şair Yahya Kemal ise günün birinde Musul’daki kardeşlerimizle yeniden aynı bayrak altında yaşayacağımıza inandığını belirtir. Buruktur içi ve Lozan’ı kerhen, istemeye istemeye imzaladıklarının altını çizer.
Oysa bundan daha bir ay önce, 23 Ocak 1923 günü öğleden sonra Lozan’da yapılan oturumda İsmet Paşa, sonradan gevşeyecek kararlı Misak-ı Millîci tavrı sürdürmekte ve sonradan unutulacak bazı kavramları sakınmadan kullanmaktadır:
“TBMM Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi’ne girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve... temsilcileri, Musul vilayetinde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmalarına razı değillerdir; böyle bir ayrılmaya engel olmak için bütün fedakârlıklara katlanmaya hazırdırlar. Musul vilayeti nüfusunun çoğunluğunu meydana getiren Kürtlerle Türklerin, vilayetlerinin Türkiye’nin tamamlayıcı bir parçası olarak kalmasını sağlamak için bütün güçleriyle mücadele etmekten bir an bile geri durmayacaklarına şüphe yoktur.”
Başlangıçta Misak-ı Millî sınırlarına bu denli önem atfedilirken Curzon’un blöfleri karşısında meydana gelen gevşeme, Musul meselesini ertelemeyi ve olmazsa Birleşmiş Milletler’e havale etmeyi getirmiştir, ardından da İngilizlerce yutulmasını. Siirt milletvekili Necmettin Bey’in tahmini doğru çıkmış, BM’ye havale, İngilizlere havale olmuştur.
İyi de Musul üzerinde neden bu kadar durduk? Çünkü onu Misak-ı Millî kapsamında kabul ediyorduk ve Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918’e kadar Musul, Osmanlı kuvvetlerinin elinde bulunuyordu. Mütareke tarihinde kim hangi sınırlardaysa o sınırlar esas kabul edilmişti; bizim de bütün davamız, şimdilerde beğenmediğimiz Mondros sınırlarına yeniden kavuşabilmekti. Ancak İngiliz kuvvetleri Mütareke’ye rağmen harekâtı durdurmamış ve 3 Kasım’da Musul’a girmişler, Osmanlı hükümeti de 8 Kasım’da Musul’u boşaltma emrini vermiştir. Sizin anlayacağınız, İngilizler Mondros sonrası uyanıklıklarını bir emrivaki olarak kabul ettirmek istemişlerdir Lozan’da ve ne acıdır ki, haklı olduğumuz halde bu dayatmaya boyun eğmek zorunda kalmışızdır.
Peki Musul nasıl düşmüştür İngilizlerin eline?
Ali İhsan [Sabis] Paşa, savaşın son günlerinde merkezi Musul’da bulunan 6. Kolordu’nun başına tayin edilmiştir. Hedefi Musul’da tutunmak, yaklaşan Mütareke’ye kadar bu hattı İngilizlere karşı korumaktır. İşte tam bu sırada hem güney cephemizin nihai yenilgisine, hem de Musul’un elden gitmesine sebep olan sırlarla dolu bir olay cereyan eder.
28 Ekim 1918 günüdür.
Mondros görüşmeleri bütün hızıyla sürmekte, İngiliz ordusu doğu sınırlarımıza doğru ilerlemektedir. Ordu merkezinden uzakta bulunan Ali İhsan Paşa, haberleşme hatları kesik olduğu için bir çare düşünür ve bulduğu bir Alman tayyarecisi “külliyetli miktarda altın” karşılığında hayati bir görev için kiralanır. Görevi, uçağıyla havalanıp yazılı bir talimatı merkez grup kumandanlığına atmaktan ibarettir.
Alman havacı “attım” deyip altınları cebe indirse de, emrin atılmadığı sonradan anlaşılacak; fakat iş işten geçmiş olacaktı. Emir yerine ulaşsaydı, Paşa’nın başında bulunduğu Dicle Grubu zayiat vermeden Musul’daki ordu merkezine çekilecek ve iki gün sonra Mütareke imzalanacağı için Musul’da daha uzun müddet tutunabilecek, belki de hiç çıkmayacaktı. Böylece bu değerli kolordu ve silahları İngilizlere teslim edilmeden ileride Anadolu savunmasında Kafkas Kolordusu gibi kullanılabilecekti.
Sonuç: 9 Kasım’da Ali İhsan Paşa Nusaybin’e çekilirken, bir gün önce Musul Hükümet Konağı’na İngiliz bayrağı çekilmiştir bile.
Bir Alman havacısının oyununa mı gelmiştik, yoksa İngilizlerin oldu bittisine mi? Ne olursa olsun, Lozan’daki Musul hezimetimiz açıktır. Zaten Başbakan Rauf [Orbay] Bey de İsmet Paşa’nın Lozan’dan döndüğü gün istifasını bu başarısızlık üzerine vermiş ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı Lozan’ın hesabını sormak için kurmaya kalkmıştı. Kısa bir süre sonra parti kapatıldı. Sesleri kesildi. İyi mi oldu?
Musul defterini sadece 143 milletvekilinin oyuyla kapatmıştık
Yani eğer bugünkü gibi salt çoğunluk, nitelikli çoğunluk ve üçte iki gibi şartlar aransaydı TBMM’de, 6 Haziran 1926 günü Musul’un defterini kapadığımız Ankara Antlaşması’nın kabulü hiçbir zaman mümkün olamayacaktı.
Çünkü bir gün önce yapılan müzakerelerde İsmet İnönü’ye karşı ciddi bir muhalefet hareketi baş göstermişti. Musul’un ucuza kapatıldığına inanan, üstelik daha 2 yıl önce Atatürk’ün ince eleyip sık dokuyarak seçtiği (gerçekteyse atadığı) TBMM’nin toplam 286 milletvekilinden yarısı o gün oylamaya katılmayı reddetmişti. Evet, o 140 kişi Atatürk’e ve İnönü’ye rağmen katılmayı reddetme cesaretini göstermişlerdi. 2 çekimser, 1 ret oyu vardı.
Gerçekten de çok ilginç bir başkaldırıydı bu. Buraya nereden ve nasıl gelinmişti? Şimdi kısaca buna bakalım.
Biz Mondros, Sevr, Lozan’a sınırlar meselesi açısından baktık hep. İşte Sevr’de sınırlarımız şu kadardı, Lozan’da bu kadar oldu, vs. Oysa bu sınırlar meselesi yalnız başına ele alınamaz ki.
Bir de Misak-ı Millî takıntımız var. ‘Nedir Misak-ı Milli?’ diye sorduğumuzda dilimize ilk yapışan cevap, ‘millî sınırlar’ oluyor. Oysa Misak-ı Millî’nin bir sınır meselesi olmadığını, tabir caizse bir ‘konsept’, yani tasavvur olduğunu, bunu belirleyecek yegâne kriterin de milletin çıkarı olarak konulduğunu bizzat Gazi Mustafa Kemal, TBMM kürsüsünden açıkça ilan etmişti. Buna rağmen hâlâ Misak-ı Milli sınırlarımızdan söz edenler oluyor. Bunlar ya Atatürk’ü anlamıyor yahut anlamak istemiyorlar.
Kestirmeden söylersek, Sevr de, Lozan da Mezopotamya petrolleri ve İngiltere’nin güvenlik algılamalarını tatmin etmek içindi; daha da ötesi, kendisi sayesinde yenilgiye uğrayan Almanya’dan boşalan alana İngiltere’nin bütün pençelerini geçirmesinden rahatsızlık duyan ABD’nin karşı atağı da petrol içindi. İngiltere, Amerika’yı petrol bölüşüm işinin içine karıştırmamak için uğraş veriyor, Amerika ise dışında kalmayı çıkarlarına aykırı görüyordu.
Bunu en iyi, Sevr’de sınırlarımız dışında kalan Çölemerik’in (Hakkari merkez) Lozan’da sınırlarımız içine alınmasından, buna karşılık sınırlarımız içinde kalan Musul’un kuzeyinden bir parçanın, Süleymaniye ve civarının Musul’da dolayısıyla sınırlarımızın dışında kalmasından anlayabiliriz.
Öyleyse esas mesele bizim için bağımsızlık, petrol şirketleri için ucuz enerji, emperyalizm için ise stratejik güvenlikti. Bunun garantilenmesi Lozan’daki ana davaydı.
İşte Musul konusunda 1926 yılına kadar süren yalpalamalarımızın kökeninde, emperyalizmin gerçekte bu bölgede ne yapmak istediğiyle ilgili gerçeklerin zamanla anlaşılması yatmaktaydı. Gerek Lozan’da Lord Curzon’un itiraf mahiyetindeki konuşması, gerekse Turkish Petroleum Company’nin (TCP) Lozan’dan sonra ABD’yi de ortakları arasına alması, aslında emperyalizmin derdinin kuru kuruya toprak olmayıp verimli, ama yeraltı serveti bakımından verimli toprak olduğunu gösteriyordu.
1923 Şubat’ında TBMM tartışıyordu Lozan’da verilen sözleri. Tartışmak ne kelime, dalgalar gibi köpürüyordu vekillerimiz. Hele Erzurum mebusu Hüseyin Avni [Ulaş] Bey ile Mustafa Durak Bey’in konuşmaları… Sınırları zorluyordu. Şöyle demişti Hüseyin Avni Bey:
“Hey’et-i Vekile [Bakanlar Kurulu] ve BMM, Misak-ı Millî’den zerre kadar fedakârlık ederse icab-ı namus-u millî için [millî namusumuz için] çekilip gitmelidir.” Yani hükümetin istifasını istiyordu. Ali Şükrü Bey ise Lord Curzon’un bir ara gündeme getirdiği Musul topraklarının bir kısmının (Sevr’de bizde gözüken toprağın) Türkiye’ye devredilmesi teklifinin geri çevrilmiş olmasını büyük bir fırsatın kaçırılması olarak görüyordu. Operatör Emin Bey ise daha korkutucu bir ihtimalden bahsediyordu: “Musul’u verdiğimiz gün, hudut Erzurum’dur.”
1926’ya geldiğimizde konuyu havale ettiğimiz Milletler Cemiyeti’nin, Musul’un Irak’ın bir parçası olduğu yönündeki kararının İngiltere’nin elindeki kozları artırdığını ve Dışişleri Bakanımız Tevfik Rüştü Aras’ın karşısındaki kurt diplomatlarla başa çıkmakta zorlandığını görüyoruz. Önce Türk Petrol Şirketi’nden hisse alınması gündemdeydi. Musul’u bıraktık, bari petrol kuyularından hisse alalım anlayışı Lozan’da İngilizlerin oyunuyla gündemimize girmiş, bu zaafımızı gören İngilizler, ekonomik durumumuzun nasıl bir bunalım içinde bulunduğunu gördükçe baskılarını artırmışlardı.
Sonunda İngilizler petrolden hisse vermek istemediklerini, sadece gelirinden pay (royalty) verebileceklerini belirttiler. 30 Mayıs 1926’da Dışişleri Bakanı Aras, İngiltere murahhası Lindsay’e % 10 gelir payına razı olduklarını bildirdiğinde İngilizler derin bir nefes aldılar. Çünkü Londra’dan kendilerine hem daha uzun vadeli, hem de daha yüksek (% 25 gibi) bir pay ödemeye hazır olmaları söylenmişti. 5 Haziran günü İngiltere ile Türkiye arasında Ankara Antlaşması imzalandığında o güne kadar İngiliz aleyhtarı söylemi dillendiren Türk basını birdenbire sesini kesmişti. Artık İngiltere’den olumsuz bir dille söz etmek neredeyse yasaktı.
Yine de Musul’un ucuza gittiğini düşünenler, 10 gün sonra hiç seslerini çıkartamaz olacaklardı. ‘Neden?’ dediğinizi işitir gibi oldum sanki. Hatırlatayım: İzmir Suikastı girişimi ortaya çıkartılmış ve hâlâ mırın kırın eden basın ve büyük paşalar, mahkemelere ve hapishanelere doldurularak sesleri kesilmişti.
Musul konusunda en iyi kitaplardan birisi olduğuna inandığım “Musul Sorunu” adlı çalışmasında İhsan Şerif Kaymaz’ın da isabetle belirttiği gibi, Musul konusunda her şeyi kazanmamıza elbette imkân yoktu; ama her şeyi de kaybetmemiz gerekmiyordu.
Musul’un yitirilmesi, 1926’da Meclis tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Bugün artık bu yara, unutulup gitti. Ama kanamaya devam ediyor. İçin için… En azından Lozan’ın bir zafer olmadığını hatırlatıyorsa o da bir teselli kaynağıdır. m.armagan@zaman.com.tr